Röportajlar

GEÇMİŞ VE KARİYER
B.C: Klasik sorularla başlamamızda bir sakınca yoktur umarım. Kariyer ve eğitiminden söz eder misin?


H.C: Samsun Anadolu Lisesi mezunuyum. 1993’te üniversiteyi kazanarak İstanbul’a geldim. Galatasaray Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde okumaya başladım. Daha birinci senemde, uygun bir bölümde olmadığıma karar vererek İletişim Dekanı ile bölüm değiştirmek için görüştüm. Birinci yıl derslerinin çoğu zaten ortak dersti. İkinci yıl İletişim Fakültesi’ne geçiş yaptım ve eksik derslerimi de tamamlayarak, bu bölümden mezun oldum.
Ben aslında işletmeyi moda diye yazmıştım. Çalışkan bir öğrenci olduğum için de iyi bir üniversitenin işletme bölüme girdim. Yani, ben işletmeye girerken de televizyoncu olmak isterdim. 17-18 yaşındasın ve ne yapacağını bilmiyorsun! "Televizyoncu olacağım." derdim. Ondan sonra işletmeye bir girdim ki televizyonculukla hiçbir alakası yok! Ekonomi, iktisat, muhasebe derslerini almaya başlayınca "Kardeşim, bunlar ne? Bunların benimle alakası yok!" Nefret ettim hepsinden. İkinci ayında gidip iletişim dekanıyla konuşmaya başladım.
Gittim dekana "Yok ben istemiyorum işletmeyi. Dikey geçiş olarak alın." dedim. Dönem çoktan başladığı için alamayacağını söyledi. "Sen ikinci yılı bitir bütünlemesiz; ben seni ikinci yıl doğrudan iletişimden başlatacağım. Eksik derslerini alttan alırsın." dedi. Sekiz tane ortak dersimiz vardı Allahtan! Nefret ederek o işletmeyi bitirdim! Bütünlemelerimi de verdim ve dikey geçiş yaptım.
B.C: Lise veya üniversite eğitimin süresince, hiç müzik veya tiyatro ile ilgilendin mi?
H.C: Lisede müzik grubunun vokalistiydim. Daha doğrusu back vokaldeydim; solisti değildim. O zamanlar şarkı söyleyebileceğimi hiç bilmiyordum. Çok zıpır bir tiptim. Fırlamaydım daha doğrusu; tabiri caizse. Hani böyle keyiften solistliğe soyundum. Çok eğlenceli ve çok havalı birşeydi tabi okulun orkestrasında olmak! Üniversitede de tiyatro kulübünü kurmuştuk. Daha sonra çok yoğun bir çalışma temposuna girmek zorunda kaldım; zor bir hayat vardı. Babam rahatsızlanmıştı ve maddi sıkıntılar başlamıştı. Bir yandan okuyup bir yandan da çalıştığım için tiyatro kulübünü bırakmak zorunda kalmıştım.

B.C: Üniversiteyi bitirdiğin zaman hemen New York’a mı gittin? Yoksa Türkiye’deki projelere katılmak istedin mi?
H.C: Üçüncü sınıfta Atlantik Film’e girmiştim yönetmen yardımcısı olarak. Üniversiteyi bitirme aşamasında, iki yıl da reji asistanlığı yapmıştım.
B.C: İlk çalıştığın çekim neydi? Hatırlıyor musun?
H.C: Reklam, hep reklam! Atlantik Film reklam prodüksiyon şirketidir.
B.C: Sonra New York'ta konservatuar eğitimi aldın. Eğitim bittiği zaman hocaların tavsiye edip bir yerde başlatmayı düşündüler mi?
H.C:  O işler öyle yürümüyor. "Ben tavsiye edeyim de bir yerde başlasın." gibi bir durum yok. New York’ta rekabet inanılmaz.
B.C: Oradaki seçmelerde cebelleşip mi Türkiye’ye döndün?
H.C: Yoo hayır. Siz iyi okumamışsınız röportajlarımı demek ki! Bunların hepsi yazıyor. (gülüşmeler)
B.C: Hay Allah! Battık biz... (gülüşmeler)
H.C: Yok yok. Ben mezuniyet törenimi bile yakalayamadım. Üç gün vardı. Artık final oyunumuzu oynuyorduk her akşam. Telefon geldi bana Türk bir yapım şirketinden. Yabancı bir sit-com'un Türk versiyonunu yapacaklardı. Onun başrolü için beni Türkiye’ye çağırdılar.
B.C: Burayı okumuştuk! (gülüşmeler)
H.C: O yüzden Cuma günü sahneyi kapadım. Cumartesi günü de zaten uçaktaydım. Salı günü mezuniyet törenim vardı; ona bile kalamadım. Bizim okuldan mezun bir Broadway yıldızı diplomalarımızı dağıtacaktı; katılamadım işte.
B.C: Ama sit-com olmadı.
H.C: Sitcom olmadı tabi; yine ünlü birine verdiler.
B.C: Kime verdiler?
H.C: Söylemem. Hangi sit-com olduğunu da söylemem.
B.C: Peki, Amerika'da iken Aupair'lik yaptın. Çocuklarla aran nasıl?
H.C: Çok iyi. Dizide de zaten çocuklar çok seviyor. Kızıl saçı görünce çığlık atan birini tanıyorum ben! Beni görünce çığlıklar atıyormuş; çok seviyormuş çizgi film kahramanı gibi geliyor karakter. Çok seviyorum çocukları... İleride kendim de en az üç tane istiyorum.
B.C: Peki çocuk için kariyerini değiştirir misin?
H.C: Zamanı var. Şu an değil; kariyerimde yapmak istediğim şeyler var. Şunu biliyorum ki bir çocuk sahibi olduktan sonra hayat artık sizin hayatınız olmaktan çıkıyor ve başkasının hayatı olmaya başlıyor. O yüzden, daha yapmak istediğim şeyler var; onları tamamladıktan sonra evlilik ve çocuk düşünebilirim.
B.C: Türkiye’ye döndün, zorlukların başladı. Yedi ay mıydı? Ne kadar sürdü?
H.C: Yani, aslında bir buçuk yıl sürdü. Çok zor bir dönemdi; yani 7-8 ay hiçbir iş yapamadım. Ondan sonra reklam filmleri çekmeye başladım. Bir buçuk yıl içinde 16 tane çektim. Bayağı bir rahatladım. Maddi olarak en azından, ufak tefek bir şeyler gelmeye başladı elime. Bu sırada yüzümü tanıttım, ondan sonra İstanbul Gelişim Orkestrası'na girdim. İstanbul Gelişim Orkestrası'na girdikten 6 ay sonra da Avrupa Yakası oldu zaten. Toplam 2 yıl sürdü bu süreç.
AVRUPA YAKASI VE YAPRAK
Bu soru Bağdat Caddesi’nden geldi. Demiş ki arkadaşımız; Yaprak rolü ile kendi karakteri arasında bir benzerlik var mı? Mesela doğa tutkusu veya ilişkilerde aşırı detaycılık gibiCaner Hergün - Bağdat Caddesi.
H.C: Sevgili Caner; Yaprak karakteri ile... Yaprak yanlarım var. Doğa veya ilişkilerdeki detay değil. İlişkiler konusunda Yaprak'la hiç alakam yok, Yaprak gibi seçimlerde yapmıyorum. Yaprak gibi de bakmıyorum. Yaprak aşırı saf ve aşırı salak bence! (gülüşmeler) Hale kesinlikle öyle biri değil ilişkilerde. Hale daha az romantik ve daha gerçekçi. Birinden ayrıldıktan sonra iki hafta sonra başka bir ilişkiye başlayabilir ve geriye bakmaz. O noktada Yaprak'la hiç alakası yok.
B.C: Burcun neydi?
H.C: Yay.
B.C: Özgürlükçü arkadaşımız!
H.C: Aynen öyle, aynen... Çapkın ve özgürlükçü! (gülüşmeler) Yaprak'la ortak yanımıza gelince; Yaprak da renk renk, cıvıl cıvıl ve pozitif bir insan. Hale de rengarenk, cıvıl cıvıl ve pozitif. Uzakdoğu kültürüne ben de az çok meraklıyım; ben de yoga yapıyorum. Ama Yaprak çok abartılı, takık kafaya!
B.C: Zaten sit-com karakteri olduğu için öyle...
H.C: Evet, çoğu öyle. Birçok konuda uzmanlığı var zaten. Yok enerji almalar, yok enerji vermeler.... Bende öyle şeyler yok. Başka ortak yanımız... Aaa, ikimizin de tersi çok pis! Gülse'yle çok güldük biz, çok iyi teşhis koydum diye. Ben normalde çok uysal biriyim, çok uyumluyumdur, çok pozitifimdir. Ama düğmeye bir basarsanız..... Sandalyeyi aldılar bir kere benim elimden! Sandalyeyi aldım, havaya kaldırdım ve benim arkamdan sandalyeyi aldılar. Tersim o derece pis olabiliyor. Ama çok zor, çok zor... 30 yaşındayım; böyle bir şey üç ya da dört kere olmuştur hayatım boyunca.
B.C: Annem de şunu sordu: "İki tane minyon kız ne diye bir şişkonun peşinden koşup duruyorlar?" (gülüşmeler)
H.C: Onu Gülse’ye sorsalar! (gülüşmeler)
B.C: Sonra dedi ki "Yazık ya çocuğa 'şişko' dedim. Şimdi alınırlar. Sorma bunu..." (gülüşmeler) Ata Demirer'i çok sevdiği için devamlı "Ah şu çocuk bir zayıflasa..." der!
H.C:  Orda aslında Yaprak'ın Volkan’ın peşinden koşması da çok gerçek dışı bir olay değil; çok öyle kız var. Modern erkek ararken, "Sıkıldım kardeşim modern erkekten! Beni sahiplenen, beni seven, beni kıskanan, beni kadın gibi hissettiren bir erkek olsun!" diyenler... Ben buna baktım; çevremde çok görüyorum. Ben bile bu ikilemi yaşıyorum. "Modern, tamam modern de kardeşim; modernliğinde bir sınırı var! Bu ne?" diyorsunuz bazen. Türküz sonuçta.
B.C: Hepimizin genlerinde var.
H.C: Yaprak da onun abartılı versiyonu bence.




SOSYAL HAYAT
B.C: Dışarıya çıktığında tercih ettiğin mekanlar nereleri? Bağdat Caddesi'ne gider misin?
H.C: Ben karşıya hiç gitmiyorum. Bu kötü mü oldu? İptal mi edelim bunu?
B.C: Yoo... Hayır...
H.C: Karşıda oturdum Acıbadem’de; hem de buna rağmen... İstanbul’a bu yakada alıştım; (Avrupa Yakası) hep bu yakada oturdum. Bir ara karşıda oturduk iki yıl, yine de arabaya atlayıp hep bu tarafa geçtim. Karşıda hiçbir alışkanlığım yok.  CarpeDiem diye bir yer var; Cadde'de bir orayı çok severim; oraya giderdim eski erkek arkadaşımla. O karşıda oturuyordu çünkü. (gülüşmeler) Onun dışında hiçbir Cadde alışkanlığım yok. Bütün hayatım bu tarafta geçiyor; bu tarafta bir ev alma derdinde ve hayalindeyim.


B.C: Avrupa Yakası'nda nereleri tercih ediyorsun?

H.C: Döneme göre değişiyor. Ben Taksim’i çok severim. Mütevazi... En sevdiğim mekanlardan biri de Roxy; yaz kış giderim. Birlikte gezdiğim çok sevgili arkadaş grubum Reina ve Sortie'yi çok seviyorlar. Şimdi onlar yüzünden oralara da gitmek zorundayım ve çok sık gidiyorum ama tercihim daha rahat hissettiğim yerler... Mütevazi, basın derdi olmayan, rahat ve hep bizim gibi insanların olduğu yerler...
B.C: Zaten Taksim ve Beyoğlu çevresinde basın derdi yok!
H.C: Aynen öyle, katılıyorum. Ama diğer taraftan da; hem nezih olsun, hem kaliteli bir yer olsun, hem açık hava olsun, hem de iyi bir yemek olsun dediğinizde zaten İstanbul’da gidebileceğiniz mekanların sayısı çok az! Açıkçası bir Reina’da veya bir Sortie’de yemek yemenin keyfi bambaşka! Boğaz'a karşı, çok iyi bir hizmet ile çok kaliteli bir yemek yiyorsunuz. Ama akşam eğlencesi için ben Taksimciyim! Nişantaşı da fena değil hani...

ARABA
B.C: Ne zamandan beri araba kullanıyorsun peki?
H.C: Şu an araba kullanmıyorum. İstanbul’da dört yıl kullandım; şu an arabam yok. Üç yıldır taksiyle dolaşıyorum.
B.C: Araba olsa ne olurdu?
H.C: Araba olsa ne olurdu? Yaa o bütçeye göre! (gülüşmeler) Araba olsa ne olurdu dediğiniz zaman o gerçekten bütçeye göre değişiyor. Siz bana bütçeyi verin, ben size nasıl araba tercih ettiğimi söyleyeyim!
B.C: O zaman şöyle diyelim: Spor bir model veya, jip mi tercih ederdin?
H.C: Ben de şöyle söyleyeyim: Evlenip çocuk sahibi olmadan kesinlikle bir spor araba istiyorum! Şöyle üstünü açacağım; havalı havalı dolaşacağım... (gülüşmeler) Ama ilerde en az iki veya üç çocuklu çok büyük bir aileye sahip olmak isterim; o zaman geniş bir araba isterim. Ama şimdi, havalı havalı güzel spor bir araba yakışırdı!
B.C: Saç rengine, kıyafetine uygun...
H.C: Yani havalı havalı... Güzel olur ya vallahi! (gülüşmeler)
B.C: Peki trafikte nasılsın? Normalde sinirli bir insan olmadığını söyledin ama trafikte sinirlenir misin? Çok ünlü bir pilotumuz diyor ki; "Beni bir sürücünün yan koltuğuna oturtun, o zaman ben onun kişiliğini size a'dan z'ye anlatabilirim." Sen de trafikteki kişiliğinden bahset biraz.
H.C: Üç yıldır araba kullanmıyorum.
B.C: Küfür eder misin mesela?
H.C: Ben yani eskiden ederdim. El kol bile yapardım yani. Çok sinirleniyorsun! Mesela çok sıkıştırıyorsa veya yanlış bir şey yapıyorsa karşıdaki... Yani değil mi? Cüsseni bil, kendini bil! Sus ya da hiçbir şey yapma ve yoluna devam et... Yok öyle birşey!

B.C: "Karadeniz kadını!" diyorum ben. (gülüşmeler)
H.C: Yaaa öyle. Var mı Karadenizli?
B.C: Var.
H.C: Tabi canım. Gözümün döndüğünü bilirim ben. Annem çok korkar o yüzden mesela.
B.C: Annen çok sessiz sakin bir  hanım gibi duruyor zaten.
H.C: Yok yok! (gülüşmeler) Şimdi beni rahatsız etmemek için "Aman kızım rahatsız olmasın, rahat rahat röportajını yapsın." diye. Yoksa ona bir soru sormaya başlasanız, benden çok konuşur yani...
B.C: Hay Allah! Bak yanlış kişiyi almışız! Bundan sonra herkesin annesiyle röportaj yapacağız!
H.C: Tabi canım. Çok mutlu, çok keyifli, çok gurur duyuyor. Çok şey sarfetti. Annem olmasaydı Amerika’daki okulu okuyamazdım. Evini sattı. Hangi anne kızı Galatasaray Üniversitesi'ni bitirecek, eşini kaybetmiş tek başına yaşıyor, kızını Amerika’ya oyunculuk okumak için yollamayı kabul edecek ve ev satacak bunun için? Bilmiyorum yani, çok az anne yapar diye düşünüyorum ben. O yüzden... O çok büyük çaba sarfetti, çok büyük emekler verdi ve şu anda karşılığını alıyor.
B.C: Beraber yaşıyorsunuz o zaman?
H.C: Yok, annem Samsun’da yaşıyor. Şimdi tatile geldi buraya; alışveriş, gezme tozma... Abim var bir tane Almanya’da yaşıyor; onun yanına yollayacağım.

HAYATA DAİR
B.C: Piyano dersleri var, yazarlık var, İstanbul Gelişim Orkestrası... Bu arada kendine vakit ayırabiliyor musun? Ne kadar düzenli bir hayatın var ya da?
H.C: Çok düzenli bir hayatım var.
B.C: Akşamları saat kaçta yatarsın?
H.C: Onun bir düzeni yok. Yazla birlikte düzen biraz değişmeye başlıyor. Ben normalde gece dışarı çıkan bir insan değilim ama yaz olunca dışarı çıkarım. Çünkü ben sigara içmesem de müziği ve dans etmeyi seviyorum. O yüzden kışın çıkamıyorum hiçbir yere. Sigara dumanı rahatsız ediyor. Ama yazın açık havada dans etmeyi ve arkadaşlarımla eğlenmeyi çok seviyorum. Ben çok güzel dans ederim. Elimden geldiği kadar haftalık disipline etmeye çalışıyorum kendimi ama şöyle söyleyeyim; piyano ve şan dersi zaten kendime ayırdığım vakitler. Yoga yapmam da, spor yapmam da, hepsi kendim için. Ben çok keyif alıyorum bunlardan! İleride profesyonel hayatımda etkisi olacak.
B.C: O zaman ev hayatına geri dönelim mi? Mutfakla aran nasıl evde?
H.C: (gülüşmeler) Mutfakla aram çok iyi. Benim mutfakla aram çok çok iyi! Çok meraklıyım. Ama şöyle birşey var ki canım isteyince yapmayı seviyorum. Konuştuğumuz gibi, ben Karadeniz kızıyım; Karadeniz ailesi kızıyım da diyebiliriz. Ben öyle yetiştirildim; benim elime oklavayı ver açarım. Oklavayı ver mantıyı da açarım...
B.C: Adamı da döverim!
H.C: Adamı da döverim! Su böreği de yaparım. Ama bir de şunu fark ettim ki ben ev işini sevmiyorum. Çok iyi yapıyorum; çok iyi beceririm ama ev işini sevmiyorum. Her akşam düzenli olarak sofraya yemek koyarsam, bunun beni depresyona sokacağını düşünüyorum. O yüzden maddi şartlarımı ona göre ayarlamam gerekiyor. Benim her an yanımda bir yardımcımın olması gerekiyor. Ben dışarıda işimi yaparak para kazanıp, ev işlerini başkalarına yaptırmak zorundayım. Çok becerikli bir ev kızıyım ama nefret ediyorum ev işinden. Açıksası şu an canım evde yemek istemiyorsa, çıkıyorum dışarıda yiyorum veya hemen buzluktan birşey çıkartıp fırına atıyorum.
B.C: Kendine sofra kurar mısın? Yoksa ayakta mı?
H.C: Kurarım, kurarım. Canım isterse! Ooo abartırım bir de! En çok sevdiğim şeylerden bir tanesi de en sevdiğim bir iki yemeği yapmak, çok sevdiğim bir filmin dvd'sini almak, telefonu fişten çekip, cep telefonumu kapayıp, tek başıma mumlarımı yakıp, en sevdiğim şarabımı ve yemeğimi koyup film izleyerek yemek yemek! Bundan keyif almak için başkasına ihtiyacım yok; hatta bunu tek başıma yapmaktan çok keyif alırım. Genelde yemeği yaparken çok yüksek müzik açarım; elimde de şarap... Çok keyiflidir; yani tek başıma başka bir dünyaya giderim. Zaten o sırada canım kimle istiyorsa onunla orada konuşurum içimden. Şarabımı da içmeye başlarım. Hem şarabımı içip hem yemeğimi yaparım, ondan sonra filmimi izlerim.Bunun keyfi bambaşka. Genelde çok iyi yazılarım -ya da yeni bir şey üretiyorsam- böyle gecelerin sonunda çıkıyor. Kendimle baş başa kalıp, kendim için bir şeyler yaptıktan sonra beyin öyle bir çalışmaya başlıyor ve antenler öyle bir açılıyor ki -öyle diyorum ben- algılar açılıyor; yaratıcılık  açılıyor ve insan kendi ile kaldığı için özüne dönebiliyor. O noktada inanılmaz üretebiliyorsunuz.
B.C: Şarap tercihi var mı? Damak zevkin nasıl?
H.C: Ben ekşi seviyorum. Ben kırmızı ve ekşi.
B.C: En sevdiğin yemek nedir?
H.C: Çikolata.
B.C: Ama o yemek deği!
H.C: En çok sevdiğim yemek yok! Birçok sevdiğim yemek var! Yani Uzakdoğu mutfağına hastayım. Çin de çok seviyorum. Japon da seviyorum. Haftada bir mutlaka Suşi yiyorum. Çok çok seviyorum. Yaprak da böyle değil mi? Ama ben vejeteryan değilim. Kesin! Onu söyleyim. Herkes "Vejeteryan mısın?" diyor. Restorana gidiyorum vejeteryan mönüsü... "Hı? Pardon, ben Yaprak değilim!" (gülüşmeler) Uzakdoğu'yu çok seviyorum. İtalyan ve Fransız mutfağını da çok seviyorum.
B.C: Hayatta ne olmazsa olmaz? Yanında mutlaka taşıdığın birşey var mı?
H.C: Bir aydır ne var yanımda biliyor musunuz? Ve önümüzdeki bir ay daha yanımda olacak! Çek bunu, çek! Sakladım kamufle ettim; kuyruk sokumum kırık, simidimle dolaşmak zorundayım.

B.C: Nasıl kırdın? Yere mi düştün?
H.C: Hızlı koşuyordum, yer kaygandı, ayağımdaki ayakkabı kaydı ve ben öne doğru uçarken... Anladınız işte! Olmazsa olmaz gibi takıntılarım yok. Elimden geldiğince aslında takıntılarımı törpülemeye çalışıyorum. Hakikaten öyle birşey yok! Yani bu takıntılar yarın bir gün insanı mutsuz edebilir... Her an hayatta her şey başına gelebilir! O yüzden ben mümkün olabildiği kadar beynimi, hayatımı, kalbimi esnek tutmaya çalışıyorum. Bu hem benimle yaşayan benim hayatımdaki insanları da rahatlatacak, onları da özgür bırakan, her türlü sorumluluktan kurtaran; hem beni de hayal kırıklıklarından ve olası her şeyden kurtaran birşey. Her an her şey olabilir! Olmasa da olabilir... O yüzden 'olmazsa olmaz' herhalde cep telefonu... Dediğiniz gibi çünkü hiçbir numara ezberimde yok! (gülüşmeler) Erkek arkadaşımı aramak istesem, onun bile numarası ezberimde değil yani.
B.C: Çok utandırıcı bir soru var şimdi. Çantanda neler var? İstemiyorsan cevaplandırmayabilirsin.
H.C: Yooo... Güneş gözlüğüm, cep telefonum, cüzdanım, parfümüm, dudak nemlendiricim ve parlatıcım.
B.C: Parfüm ne?
H.C: Gloria Cacharel.
B.C: Bakım için neler yaparsın?
H.C: Offf... Tam sayfa ayırman lazım buna! (gülüşmeler)
B.C: Bizde sayfa sınırlaması yok!
H.C: Bak, işte hiçbir yerde sormadılar. Ben kozmetik canavarıyım! Çok ciddi bir kozmetik canavarıyım!
B.C: Satın alma bakımından mı? Kullanma bakımından mı?
H.C: Hepsi. Kullanmayacağım şeyi satın almam; yani satın aldığım her şeyi kullanıyorum ama ben şeye takmış durumdayım. 45 yaşındayken 30 gözükeceğim. Genetik ve cilt olarak zaten aile çok genç. Kimse annemin 60 yaşında olduğuna inanmıyor. Yani çok genç durur!
B.C: Yazıyoruz: Biz de inanamadık!
H.C: (gülüşmeler) Evet siz de inanamadınız. Bana da çıplak gözle baktıklarında 24 veya 25 diyorlar. Hiç kimse otuzbirime yaklaştığıma inanmıyor, anlamıyor. Ama inanılmaz makyaj malzemesi alıyorum işten dolayı. Sahneye çıkıyorum, röportajlar ya da fotoğraf çekimleri... İnanılmaz bir makyaj çantam var. Onun dışında makyaj yapmam. Mümkün olduğu kadar doğal olmaya ve makyaj yapmamaya çalışıyorum. Sabahları yüzümüz yıkanır, toniklenir. Göz kremleri sürülür, boyun kremleri sürülür, burun kremleri sürülür. Gece kremleri ayrıdır, gündüz kremleri ayrıdır... Ben acayip meraklıyım, çok kokoş bir insanım.
B.C: Hepimiz biraz kokona değil miyiz?
H.C: Yani... Sette de bu konuda en canavar benim. Kıyafette de öyle! İnanılmaz seviyorum alışverişi ve mesela lisede modacı olmak isterdim. Çok da iyi modacı olurmuşum, buna inanıyorum. Yaprak’ın kıyafetlerinde de Kerem'le çok ortak çalışıyoruz.
İLGİNÇ bir ÇİKOLATA ANISI
H.C: Çikolatayı sor! Kaçırdın...
B.C: Hemen, hemen anlat!
H.C: Anlatayım. Şimdi, Amerika’da zengin bir ailenin çocuğu olmadığım için bayağı zor şartlar altında okudum. Bir yandan okuyorum, bir yandan çalışıyorum; oyunlara da gidemiyorum. Müzikaller dünyanın parası! Bulursam öğrenci bileti bulup gidiyorum. Bir de gidecek zaman zaten çok kısıtlı. Çalışıyorum geceleri sürekli.

Birgün okuldan dediler ki "Ödev olarak bir tiyatroya gideceksiniz." Hayda! Öğle tatilinde bir tiyatroya gidersin. Orda 'ushering' dedikleri bir iş vardır: Oyunun dergisini dağıtıp, insanların biletlerini alıp yerine oturtmak. Bunu yaptığın zaman bedava oyunu izleyebiliyorsun. Hemen gittim öğle tatilinde koştura  koştura, yazdırdım ismimi "Akşama ushering yapacağım, bir de izlemem lazım oyunu!" Tamam. Erken gittim, oyuncular ısınıyor, izliyorum "Ah biz de birgün böyle yapacak mıyız?" diye iç çekerek. Neyse, hazırlıklar bitti, kapılar açıldı. Biz birkaç öğrenci içeride. Benim arkadaşlarım da para var tabi, biletlerini alıp gelmişler! Onlar oturuyorlar, herkesi oturtuyorum yerine...
Baktım, oradan çok şık giyimli bir adamla kadın geliyor. Yapımcı karşıladı. Bunlar "godoman", "Sağlam birileri geliyor." dedim kendi kendime. Adam fular takmış; kadın da acayip şık! Adam bana doğru geliyor. Bir yerden de gözüm ısırıyor ama? Adam geldi, verdim dergiyi, "Teşekkür ederim." dedi. "Sizin yeriniz..." derken "Ben biliyorum yerimi!" dedi. "Ay ne ukalasın sen! İğrenç!" diye kendi kendime söylendim ama sadece "İyi seyirler." dedim. Sonra bana dedi ki "Eşimi oturtursunuz, eşim  bilmiyor." Dedim ki içimden "Ben seni görmemiş olabilirim, ben senin eşini bilmek zorunda mıyım be adam?!?"  "Tabi ne demek!" dedim, kibar bir Türk çocuğu olarak. Adam yerine oturdu; sonra eşi geldi, eşini de yerine oturtturdum. "İyi seyirler..." falan.
Neyse, ara oldu. İşte arada da çay ve kahve satıyoruz. Paul Newman çikolataları vardır, küçük küçük, tam tiyatro aralarında yemek için. Üstünde de Paul Newman'ın resmi var. Bir yandan çay kahve satıyorum, bir yandan çikolataları satıyorum. Sonra o çift yanıma geldi. Benim yanımda duruyorlar ama öncesinde bizim gruplar gidip konuşmaya çalışıyorlar falan ama tanımıyorum! Amerikalı birileri bunlar! Yanıma geldi adam, bana şöyle yaptı: "Bu çikolatalardan yedin mi hiç?" dedi. Ben de adama döndüm "Ya çok özür dilerim. Ben Avrupa’dan geldim. Amerikan çikolataları çok lezzetsiz, hiç tadı yok. Hiç sevmiyorum." dedim. "Ben sadece bizim oraların çikolatalarını yerim." dedim.  İngilizce tabi. "Aaa haklısın! Ben de hiç sevmiyorum Amerikan çikolatalarını!" dedi. "En sevdiğin çikolata ne?" dedi. Birden bire kadın da dinlemeye başladı, "Bunlar ne konuşuyor?" diye. Biz birden bire o adamla... O adam! (gülüşmeler) O adamla ciddi bir çikolata konuşması yaptık. Ama işte "Şunu alın, şu iyi, şunun içinde nutella var. Bilmemne fındıkları var. Şunun içinde bilmem nane var. Ay şunun içinde ne var?" diye sohbet ediyoruz. O da çikolata manyağıymış. Ondan sonra konuştuk, konuştuk, konuştuk... Güldük ettik falan böyle... Söylemedim Türkiye’den olduğumu. Keşke söyleseymişim! Çünkü Haldun Hoca’nın sınıf arkadaşıymış bildiğim kadarıyla Yale’da.
Eşiyle gitti. "İyi seyirler." dedik karşılıklı. "Tanışmak çok hoştu, seninle konuşmak çok hoştu." falan. Hani nezaket cümleleri... Ben de onlara el salladım ve gittiler.

Grup halinde bizim sınıf bana doğru koşuyorlar! "Allah!" dedim, "Hale yine bir şapşallık yaptı!" (gülüşmeler) Yaprak işte burada, Yaprak! Dedim "Yine bir şapşallık yaptım, ben yine birini tanımadım!" Ben bunu çok yapıyorum arkadaşlar. Bunu geçtiğimiz haftalarda da sürekli yaptım. Kimseyi bilmiyorum! Magazin de takip etmiyorum! Televizyon da izlemiyorum! Söylüyorlar bilmem kim diye, isim de tutamıyorum aklımda! Çok ayıp birşey, hiç kimseyi bilmiyorum!
"Ne konuştun?" dedi millet, "Biz konuşmaya çalışıyoruz, konuşmadı bizimle!" dediler. Paul Newman ve eşi arkadaşlar! Paul Newman dediler ve bana çikolatayı gösteriyorlar! Çikolata konuştuk adamla sadece... Ve bizim okulun baş sponsoru! Oscar ödüllü bir oyuncu. Karısı bizim okuldan mezun! Bizim tiyatromuzu yaptıran sponsorumuz Paul Newman ama ben iyi ki tanımamışım! Çünkü böyle bir hikaye olmazdı. Benimle asla çikolatadan konuşmazdı. Çıkışta, böyle konuşamadım adamla! Karı koca bana baktılar, "kıhıhıhhkıhh!" kilitlendim, konuşamadım.
B.C: Türkiye’den olduğunu söyleseydin ne olurdu?
H.C: Bildiğim kadarıyla Haldun Dormen'le sınıf arkadaşı, aynı dönemdelermiş diye bir söylenti duydum. Yanılıyor da olabilirim. En azından Türkiye’den olduğumu söyleseydim; Haldun Hoca, şuydu, buydu falan... Bişey anlardım. Hiç oyunculuktan konuşmadım, hiç oyuncu olduğumu bile söylemedim! Öyle güzel bir anımız oldu çikolata ile ilgili.
B.C: İyi ki bilmiyorumuşsun. Bilseydin konuşamazdın.
H.C: Konuşamazdım.
B.C: Hem sert bir kişilik?... Çikolata üzerine konuşmuşsunuz ne güzel!
H.C:  Evet gayet keyifliydi.

SEVGİLİSİ İLE NASIL TANIŞMIŞ
B.C: Bir hayranınız sizi görse ve arkadaş olmayı denerse ne olur?
H.C: Bu çok geliyor başıma. Nasıl yaklaştığına çok bağlı. Kimi zaman dışarı çıktığınızda, mesela çok açık yüreklilikle gelip tebrik ediyor ve hayrınınız olduğunu söylüyor. Yani oynamıyor veya  karizmatik takılmaya çalışmıyor. Çok samimi! Ben de çok samimi bir insanım. Ben öyle yeni arkadaşlar edindim. Sevgili de edindim. (gülüşmeler) Bunu yazmayın! Hatta sevgilimle öyle tanıştım diyebilirsiniz.
B.C: Bunu söyledikten sonra nasıl tanıştığını anlatmayacak mısın yani?
H.C: O da öyle şekilde. Yani o da gelip, gayet büyük bir samimiyetle ve içtenlikle tebrik etti. İzlediğini söyledi.  Çok beyefendi ve çok nazik birisi. Zaten "siz" diye konuştu, ben de "siz" diye hitap ettim. Çok güzel sohbet ettik. O da Amerika’da okumuş. Ortak yanlarımızdan sözettik falan. Sonra işte yanımızdan ayrıldı ama tabi kaldı aklımız! (gülüşmeler)Garson geldi çok hoş bir biçimde onları yani oturduğu masayı göstererek "Size çok hayranlar. Dizinize çok hayranlar ve izin verirseniz size bir şey ikram etmek istiyorlar." dedi. Hayatta izin vermem ama o kadar nazikler, o kadar şirinler! Hepsi bana bakıyorlar. Tabi ki kabul ettim ve ben, hani öyle tanıştım.
Böyle hayatıma giren yeni arkadaşlarım da oluyor. Kimisi çok riyakar davranıyor. Kimisi kesiyor, kesiyor... Flört etmeye çalışacak, anlıyorum. Ben şimdi arkadaşlarla gidiyorum bir yerlere mesela, flört etmeye çalışıyor. Bakıyorsun içiyor, içiyor, içiyor... İçtikten sonra geliyor: "Heyyy, sen o dizideki kız mısın?" Hay Allahım Yarabbim! Biliyorsun o olduğumu, çok biliyorsun yani o olduğumu.Sonuçta bu olay içtenliğe bakıyor. Yalnız bazen öyle bir zamanınız oluyor ki hakikaten hiç kimseyle konuşmak istemiyorsunuz. Canınız bir şeye sıkkın oluyor. Size karşı taraftan çok büyük sevgi, samimiyet ve içtenlikle birisi geliyor ve canınız o an kimseyle konuşmak bile istemiyor. O anlar çok zor anlar. Ama o noktada hemen ben şöyle düşünüyorum, yani bu çok büyük bir lüks. Yani çok sonsuz bir sevgi var, sokakta saygı var. Avrupa Yakası bittikten sonra bunu özleyeceğim. Yani, o noktada hemen kendi özel hayatımı bir kenara atıyorum elimden geldiğince insanları memnun etmeye çalışıyorum ama sınırı asla aştırmıyorum. Çok katı bir sınırım vardır benim. Yani çok samimiyimdir, pozitifimdir, sıcak bir insanımdır ama onu hissedersiniz; çok ciddi bir sınırım vardır benim.
TEORİDE VE PRATİKTE AŞK!
B.C: Özel hayatınla hiç gündeme gelmiyorsun?
H.C: Gelmem de. Yani şöyle; o benim özel hayatım. Şu birkaç günde bile onun sıkıntısını çektik. Bir yerlerde kamera gördü ve çekti. Çok şükür magazin müdürü abimdir, ismini vermeyeyim. Çok rica ettim ve yayınlamayacak. Yani o bizim, benim özel hayatım. Neden? Sonuçta özel hayatımın afişe olmasına hiç  gerek yok. Siz ister misiniz özelinizde olan bir şeyin herkes tarafından bilinmesini? Çok mahrem aslında ve yanımdaki kişiye de böyle bir haksızılık yapamama ne gerek var? O yüzden mümkün olduğu kadar özel hayatımı saklı tutmaya çalışıyorum.
B.C: Tamam biz teoride konuşucağız o zaman. Mesela, nasıl bir aşıksın? Onu konuşacağız. Kıskanç mısın örneğin?
H.C: Yo, hiç değilimdir. Yani tatlı minik şeyler olur ama hayatta, o kadar...
B.C: Şımarık mısın biraz?
H.C: Şımarık. Yani kıskançlığımın asla karşımdakini rahatsız etmesine izin vermem. Genelde de kıskanç değilimdir zaten.
B.C: Peki ilgi, alaka?
H.C: Bilmem nasıl yaa...
B.C: Mesela hasta olsa ilaç saatlerini takip eder misin?
H.C: Aa, tabi ki canım! Hasta olsa gider çorba yaparım, bakarım. Çok şefkatliyimdir, çok anaç bir yapım vardır. Aslında ne, biliyor musunuz? "Karşımdaki ne istiyor?" diye bakarım. Yani kendi egomu tatmin etmemeye çalışırım. Bence bir ilişkide en önemli şey o bence. "Bu ilişkide de sağlıklı olabilmek için neye ihtiyacı var o sırada? Ne istiyor?" diye anlamaya çalışırım ve kötü zamanında da ne istiyorsa onu veririm. Eğer çorba yapıp, başını okşayıp, uyutmamı istiyorsa onu yaparım. Eğer çorbayı yapıp hemen evden uzaklaşmamı istiyorsa, onu da yaparım. Hiç aramamı ve o sırada yalnız bırakmamı istiyorsa da onu yaparım. O sırada üzerime hiçbir şeyi alınmam, kişisel algılamam, karşımdakinin isteğine göre davranırım.
B.C: Peki, ne yapılsa hiç hoşlanmazsın? Bir ilişkide "Herhalde ben bunu hiç kaldıramam!" dediğin şey nedir? Yalan mı? Aldatılmak mı?
H.C: Yalan, aldatmak, saygısızlık. Ama herhalde yalan olsun, saygısızlık olsun, aldatmak olsun; hepsinin altında yalan yatıyor. Ya kendini ya da karşısındakini kandırıyor. Ben elimden geldiğince herşeyi dürüst yaşmaya çalışıyorum. Kendimi kandırmamaya çalışıyorum. Zaten en sağlıksız şey o: kendinizi kandırmak. Kendinizi kandırarak yalan bir ilişki yaşıyorsunuz çünkü... Sonra yine kendinizle başbaşa kalacaksınız...
B.C: Hayalinde yaşıyorsun; sonra bir bakıyorsun öyle değilmiş!
H.C: Öyle değilmiş tabi ki... Ondan sonra karşıdakini suçlamaya çalışıyorsunuz. Bu doğru birşey değil.
NASIL BİR ARKADAŞ
B.C: Sen gurur verici bir çocuksun ailen için; onu anladık. Peki, nasıl bir arkadaşsın?
H.C: Evet ben iyi bir evladım. Annemi mutlu etmek için elimden geleni yapıyorum. Babam hayatta olsaydı onun için de aynısını yapardım. Ama çok iyi bir annem ve babam var. He şey karşılıklı. Çocuklarına kişilik olarak çok saygı gösteren, hayatlarına mümkün olduğu kadar müdahale etmeyen, kendi egolarını uzak tutmaya çalışan, bizi kendi egoları için alet etmeyen bir annem ve babam var. O yüzden onlar için elimden geleni yaparım.
Arkadaş olarak, arkadaşlarımla röportaj yapıp sormuşlardı; çok duygulandım. Galiba çok sağlam bir arkadaşım... Hem zor, hem iyi gün dostuyum, kötü günde de iyi günde de yanlarındayım. Çok fazla dostum yok zaten. Çok öz ve az... Hani çevremde insanlar var ve yeni yeni arkadaşlar ediniyorum; zamanla onlar da dost olacaklardır. Zamanla... Yani dostum için, arkadaşım için herşeyi yaparım!
MAKARNA BACAK
B.C: Senin şöyle bir lakabın mı var? "Makarna Bacak"...?
H.C: Evet! (gülüşmeler) Şöyle, bacağımın fotoğrafını çekmek ister misiniz? Ya, ben çok zayıf bir kız çocuğuydum. Çok zayıftım ve spor da yapmıyordum. Okulda lacivert çorap giyiyorduk ve eteklerimiz diz altındaydı. Şimdiki gibi mini değildi. İncecik ve çırpı gibi duruyor bacaklar! Ve orta birde bir çocuk "makarna bacak" dedi ve lise sonda bu benim yıllığıma geçti! Sonra üniversiteye girdikten üç buçuk, dört yıl sonra Arçelik reklam filmi çektim. Umur Turagay çekti. Kız, posta kutusundan mektup almaya çalışıyor, alamıyor. Süpürgeyle çekiyor mektubu ve oturuyor süpürgenin üstüne mektubu okuyor. Üzerinde süper  mini bir etek, ceket, yani iş kadını ve yerde topuklu ayakkabıyla süpürgenin üstüne oturuyor. Bir yandan olduğu gibi bacak! Yani şu an Ekşi Sözlük'te benim bacaklarımı yazıyorlar, "Acayip güzel bacakları var." diye. Avrupa Yakası'nda sürekli süper mini giydiriyorlar zaten. Yani tam bir ekran bacağı! Spor yaptım. O reklam yayınlandığında, o arkadaşım, hala görüşüyoruz, bana bu lakabı takan, telefon açtı "Bütün sözümü geri alıyorum, taş gibi bacakların var!" dedi. (gülüşmeler)
Ama ben başka birşeyi daha hatırlıyorum. O da lisede çok kiloluydu, ortaokuldaysa bayağı kiloluydu. Şimdi benimle "Makarna bacak, makarna bacak!" diye dalga geçiyor, hepsi gülüyorlar. Birgün eve geldim, ağlıyorum! Genç kızsın, birilerinden hoşlanıyorsun. Erkekler, yani o grup, sana "Makarna bacak!" diyor. "Anne bana 'makarna bacak' dediler..." diye ağlamaya başladım. "Kim dedi?" "Hüseyin." "Diyemedin mi sen kendi dolma bacaklarına bak diye!" dedi. (gülüşmeler) Ben de "Aa! Anne süpersin!" dedim. Lise birdesin ve dört yıl çekmişsin bunu, tamam mı? "Anne seni seviyorum!" dedim. Gittim, birgün böyle topluluk içinde "Aa makarna bacak!" dedi. "Konuşma oradan be! Dolma bacak!" dedim. Arkadaşlar, etraf yıkılan bir kahkaha attı! Etraf yerlerde, tamam mı? Onlar için farkeden birşey yok! Millet birbirine laf atıyor işte... Arkadaşım arkasını dönüp ayrıldı gruptan; o kadar bozuldu! Ve ondan sonra bir daha 'makarna bacak' demedi bana ama... Ta ki bizim reklam çekilene kadar! Bunları yapan da aslında çok sevdiğim bir arkadaşım, Hüseyin Eralp; çok sevdiğim bir diğer arkadaşımla da evlendi zaten, Hilal’le. Çok çocukluk arkadaşım. Telefon açtı "Taş gibi bacakların var arkadaşım!"...
B.C: Helal olsun...
H.C: Evet, helal olsun...
DUVAR DA BOYADIM
B.C: Süper. Duvar mı boyuyorsun?
H.C: Hayır, aslen öyle değil.. Amerika’da şan dersi alacak param yoktu; hocamdan özel şan dersi istiyordum. 180 dolardı saati. Onun stüdyosunun merdivenleri ve koridorları boyanacaktı. Biz de okulda üç arkadaş, üç gün boyunca onun koridorlarını boyadık. Bildiğin boyacılık yaptım yani! Sabahtan akşama kadar... Ve üç tane özel şan dersi kaptım hocamdan. Süperdi!
Şöyle bir ortamdı; hocamın stüdyosundayız... Al Pacino, Meg Ryan falan gelip orada provalar yapıyorlar. O sırada Broadway elemeleri yapılıyor ve çok ünlü yaşlı bir Broadway yıldızı adam geçiyordu birgün. Ben kaptırmışım, elimde uzun çubuk! Haldur huldur, ufacık kız, elinde çubuk ve eski pijamalar üstümde! Nasıl bağırarak bir Broadway şarkısı söylüyorum! Kaptırmışım kendimi böyle, oynuyorum bir yandan! Ondan o adam geçti. Diğer ikisi durdu; Amerika’lı onlar, tanıyorlar tabi çünkü adam televizyon yıldızı değil, ciddi bir Broadway yıldızı! Arkadaşlarım durdular, bakıp "Merhaba" dediler; benim hiç umurumda değil! Yine tanımıyor olayı! Söylerken, söylerken, adam geçti yanımdan.
Oradaki Broadway elemeleri iki basamaklıdır ama bazen çok iyi iseniz veya ikinci  basamakta hiç önemli değil; diğer herkesi eliyorlarsa, yani hiç başka kimseyi görmek istemiyorlarsa, o an şey derler: "You got the job girl!" (İşi aldın kızım!)Bende onlar geçerken tam şarkımı bitirdim, döndü adam: "You got the job girl!" dedi. Ondan sonra ben döndüm, hala dinliyor. Ben "I will someday!" (Birgün alacağım!) dedim. (gülüşmeler) Ondan sonra adam: "I bet you will!" (Alacağına bahse girerim!) dedi ondan ve gitti. Ondan sonra arkadaşlarım geldi, "Sen onun kim olduğunu biliyor musun?" Gerizekalı iğrenç kadın... (gülüşmeler) Gerçi "Turkish delight" diyorlardı bana. "O kim?" "O bilmem bilmem kim!!" Bak şu anda bilmiyorum. Ama o bana: "I bet you will!" dedi?!? "Evet, salak zaten olacaksın! Bunu hepimiz biliyoruz! Sen iyi bir Broadway yıldızı olacaksın!" dediler. O gazla, tabi onlar oturdu çay falan içtiler, ben yine duvar boyayan bir tip! "Daha fazla şan dersi almalıyım! Daha fazla çalışmalıyım!" diye hırs yapmışım!
COSMOPOLİTAN’DAKİ YAZI
B.C: Aa, senin  Cosmopolitan’a yazdığın bir yazı var: "Anne! O damadın değil, erkek arkadaşım!"
H.C: (gülüşmeler) Erkek arkadaşım çok seviyor o yazıyı. Bayıldı o yazıya.
B.C: Ben koptum okurken.
H.C: Sevdin mi?
B.C: Süper olmuş. Tam bir Cosmo yazısı yani!
H.C: Ay, çok sevindim, bugün yeni yazımı yolladım. Çok içime sinmedi ama bakalım... Tam, tam! Tam Cosmo yazısı. Zaten yeni yapacağım müzikal de biraz bunları anlatacak. Çünkü bunlar, bizim jenerasyonun kariyer derdindeki kadınlarının çatışmaları. Yani annelerimizle ciddi bir jenerasyon çatışması yaşıyoruz! Artık, kariyer mi? Yoksa annelerimizin bizim için kurduğu emeller mi? Evlilik mi? Koca mı? Bebek mi? Yoksa kendi yaşamın mı? Yani bu çatışmaları yaşıyoruz. Hepimiz birer Bridget Jones’uz aslında. Ben de hani, elimden geldiğince kendi hayatımdan örnekler vererek bazen yazıyorum içimden geçenleri...
B.C: Yazmayı seviyorsun yani?
H.C: Çok! Kendim yazacağım. İşte, bir arkadaşımla beraber yapacağım daha doğrusu. "Yıl 2102" nin yazarı Burak Özdemir, arkadaşım, çok yaratıcı bir beyin! Benim manevi babam Melik Kibar’dı rahmetli. Rahmetli, çok acı birşey daha alışamadım o kelimeye... O tanıştırdı bizi Burak'la ve demişti: "Siz ikiniz yapmalısınız bu projeyi!" Benim Cosmopolitan’daki köşemin isim babasıdır Burak: "Haleti Ruhiye" Müzikalimsi bir proje düşünüyoruz. Atilla Özdemiroğlu eşliğinde.
GELECEK GÜNLERDE
B.C: Yaz için ya da daha sonraki dönem için gelen teklifler ya da istediğin şeyler var mı?
H.C: Şimdi Avrupa Yakası devam edecek. Devam edeceği için herhangi başka bir dizide oynamam söz konusu değil. Vakit yok zaten. Onun dışında, İstanbul Gelişim tam hızıyla devam ediyor. Bir sürü ekstramız var.Haftada iki gün şan dersleri alıyorum. İstanbul Gelişim'in ayda en az 4-5 ekstrası var. Her ay kapalı gecelerde söylüyoruz. Bütün yaz ekstralar var. Piyano derslerim başlıyor, Atilla Özdemiroğlu keman çalıştıracak ve onun dışında, benim kendi projeme başladık. İnşallah bir veya bir buçuk yıl içersinde o çıkacak!
B.C: Senin projen?
H.C: Pop albümü gibi değil, sanırım müzikalimsi birşey olacak. Atilla Özdemiroğlu ile beraber. Tamamen besteleri bize ait, sıfırdan bir şeyler yapmak istiyorum. Başkalarının şarkılarını söylemek istemiyorum. Sıfırdan yeni birşey kazandırma derdindeyiz zaten! Bence artık sıfırdan yeni projeler üretmek gerekiyor çünkü malzeme yok Türkiye’de. Yeni şeyler yok! Eski şeylerin kaymağını yemektense, bence biraz popomuzu kaldırıp çalışalım, yaratıcılığımızı kullanalım, sıfırdan yeni projeler yapalım!
ÖLMEDEN ÖNCE
B.C: Ölmeden önce "Kesinlikle yapmalıyım!" dediğin birşey var mı?
H.C: Broadway. İstiyorum değil gideceğim. Çünkü ben yapacağım dediğim herşeyi yaptım.Yani bir yıl sonra veya beş yıl sonra... Bugün ölebilirim de. Ben iki yıldır piyano diye yalvarıyorum. Altı ay da sürebilirdi bu, daha uzun da sürebilirdi. Piyanom geldi bugün eve! Yani gideceğim! Kendimi ona göre yetiştirdim, ona göre hazırlanıyorum. Hayatta hiçbir şey olmayacak diye birşey yok! Hollywood’u kafama takayım, oraya da giderim ama öyle birşey takmadım kafaya şu an. Broadway’a gitmenin bedelini öderim ama Hollywood’a gitmenin bedeli o kadar heyecanlandırmıyor beni açıkçası. Hollywood o kadar heyecanlandırmıyor ama Broadway heyecanlandırıyor, müzikal heyecanlandırıyor! Bir de aile ve çocuk. Ölmeden iki şey kafaya koydum: Broadway ve çocuk.
B.C: Peki Broadway’da oynamak istediğin bir müzikal var mı? Ya da hangi rol için "Kesinlikle çok iyi oynarım!" diyorsun?
H.C: Little Shop of Horrors. "Küçük Korku Dükkanı" müzikalinde Audrey’i oynamak isterim ve yıllardır oynayacak kimseyi bulamıyorlar. Benim Amerika’daki hocalarım benim bu rol için yaratıldığımı söylemişlerdi. Birgün bu müzikal tekrar sahneye konulursa hocam, "bütün imkanlarımı kullanacağım seni o seçmelere sokmak için!" derdi. Düşünün, rolü almak için değil. Sadece seçmelere sokmak için! Orada seçmelere girebilmek için bile bazı kriterlere sahip olmak zorundasınız, yani oradaki sendikanın üyesi olmak zorundasınız.
B.C: İnşallah istediğin gibi olur.
H.C: İnşallah bakalım. Çok uygun bir rol olursa, olmaz diye birşey yok! Önemli olan çok uygun bir rol olması... Çünkü müzikal dediğiniz zaman; hem şarkı söyleyebilecek, hem dans edebilecek, hem oynayacak... O yüzden...
SON SÖZ
B.C: Peki sana en çok ilham veren söz nedir?
H.C: "Gerçekte ne olmadığını değil, gerçekte ne olduğunu düşün ve o olur." Çok derin bir cümledir, anlamak kolay değil. Benim duvarımda altı ay asılı kaldı, altı ay sonra anladım cümleyi. Kendinizi, layık gördüğünüz yerde bulursunuz her zaman. İlişkilerde de böyledir. Kötü bir ilişki yaşıyorsanız, kendinizi emin olun ki o kötü ilişkiye layık görmüşsünüzdür. Kendiniz seçmişsinizdir ki öyle bir ilişki yaşıyorsunuzdur ya da ulaşacağınız şeyin bedelini ödüyorsunuzdur. Yani bedel ödemeden hiçbir şeye varamıyorsunuz. Her şeyin bir bedeli vardır, iyi ya da kötü...